Orta Karadeniz Kaplanları

Elimizde 4 günlük bir 19 Mayıs tatili, zaman ve bütçesel kimi kısıtlar; yurt dışı mıydı, yurt içi miydi derken; İngiltere'den Kıbrıs'a, Kazdağları'ndan Orta Karadeniz'e uzanan bir yelpazede kendimizi 19 Mayıs günü Samsun'da başlayan bir planın içinde bulduk. Tamamen tesadüf, pek manidar bir program!

Çarşamba havaalanına sabahın 6:30'unda inince, biraz uykusuz da olsak Samsun'u en sakin haliyle görebilmiş olduk. Havalimanından arabaya atlayıp "her yer kapalıdır şimdi" diyerek Amisos Tepesi'ne (eski adıyla Baruthane Tepesi) gittik önce. Bu tümülüste MÖ 3.yy'dan kalma 3 adet mezar bulunuyor, ancak bu mezarlar ancak 1995'te (muhtemelen tepe imara açılıp inşaat kazıları başlayınca) keşfedilebilmiş. Mezarların Pontus Krallığı'nın üst düzey yöneticilerine ait olduğu tahmin ediliyor ancak mezarlar talan edildiği için içleri çok iyi durumda değil.

Amisos Tepesi'ndeki tümülüs

Tepeden Samsun manzarası oldukça güzel görünüyor, buraların evlerle dolmasına şaşırmamak gerek. Tüm tepe geneli yeni ve lüks yapılarla dolmuş, hepsinin de deniz ve Batıpark manzaralı geniş balkonları var. Tam önündeki Amazon heykeli ve Amazon Köyü de son dönemde yapılmış ve kentin kimliğini, tarihini yansıtması açısından oldukça güzel. Günün ilerleyen saatlerinde buraya doluşan kalabalığa bakılırsa halk da böyle geniş bir park alanından gayet memnun :)

Batıpark - Amazon Köyü

Batıpark - Amazon Heykeli

Uykusuzluğumuzu atmak için tepedeki belediyeye ait tesiste birer çay içtikten sonra arabayla Amazon Heykeli'nin de olduğu Batıpark alanına indik. Amazonlar tamamen kadın savaşçılardan oluşan bir ulus ve anayurtlarının Samsun-Terme olduğu düşünülüyor. Anadolu'da, özellikle Samsun -Sinop hattında Amazonların yaşadığı, Efes ve Sinop kentlerini onların kurduğu, Truva savaşında savaştıkları sanılıyor. Haklarında pek çok hikaye var, aslanı evcilleştirip binek hayvanı olarak kullanırlarmış (bu yüzden heykelin iki yanında iki koca aslan var (içlerinde sinema ve ufak bir müze var), ok atmaya engel olduğu için tek göğüslerini keserlermiş. Amazon'un kelime kökeni için farklı görüşler var, ekşisözlük'te konuyla ilgili detaylı bir entry'i buraya almak istedim. Kısaca, kelimenin bir görüşe göre "memesiz", birine göre "güçlü göğüs", bir başkasına göre ise "dokunulmaz (erkek tarafından dokunulmaz)" olduğu söylenirmiş. Hipokrat da Amazonları "sağ göğsü olmayan" olarak anıp, kızların sağ göğüslerinin büyümesinin engellenerek sağ omuz ve kollarının gelişmesinin sağlandığını anlatırmış.

Heykelin ilerisinde Amazon'ların hayatını anlatan mankenlerle bir Amazon köyü de kurulmuş.
Amazon'ların yaşantısının mankenlerle tasviri

Batıpark'ı gezdikten sonra arabayı alıp merkeze gidelim diyorduk ki, 19 Mayıs koşusu olduğu için otopark çıkışının kapatıldığını fark ettik. Biz de Bandırma Vapuru'na gitmek için Belediye Evleri yönünde giden bir otobüse atladık, şoförün "bak bu otobüs çok dolaşır ama" uyarısına rağmen küçük bir Samsun mahalleleri turundan sonra vapura ulaştık. Bandırma Vapuru ve Milli Mücadele Açık Hava Müzesi olarak adlandırılan bu bölüm şehrin diğer tarafında, Doğupark'ta. Bandırma Vapuru'nun orjinali bir süre posta gemisi olarak kullanıldıktan sonra 1925 yılında sökülmüş, 2005 yılında ise orjinal planına sadık kalınarak Samsun Belediyesi tarafından yeniden yaptırılarak ziyarete açılmış. Vapurun içinde döneme ait eşya ve belgelerin sergilendiği küçük bir müze de bulunuyor. 19 Mayıs sebebiyle çok sayıda ziyaretçi vardı, öyle ki iniş-binişleri bir görevli kontrol ediyordu. İlkokuldan üniversiteye birçok okul grubu da vardı, yetişkin turistler de... Günün anlam ve önemi bu anda tamamlanmış oldu!
Bayraklarla gelin gibi süslenmiş Bandırma vapuru

Vapur ziyaretinden sonra yine otobüsle şehir merkezine geçtik. Tam Valilik'in karşısında Onur Heykeli'ni görüp gelmişken bir de Samsun pidesi yemek için Samsun Pidecisi Nuri Usta'ya doğru ana caddeden yürümeye başladık. Yaklaşık 15dk'lık yürüyüşün sonunda pideleri de yiyince enerjimiz biraz daha yerine geldi. Bu defa aynı yolu çarşı içinden  geri yürüyerek Gazi Müzesi'ne ulaştık.

Gazi Müzesi, Atatürk'ün Samsun'a gelişlerinde kaldığı Mantıka Palas oteli 1903 yapımı bir bina, 1940 yılında müzeye çevrilmiş. 2006 yılındaki son düzenlemeyle Samsun Atatürk Müzesi'ndeki parçalar da buraya taşınarak iki müze birleştirilmiş. Burayı gezecek zamanımız kalacak mı diye endişeliydik ancak, gezdikten sonra Samsun'a gelmişken kesinlikle görülmesi gereken bir yer olduğuna kanaat getirdik. Müzenin içinde Onuncu Yıl Nutku'nun aslı ve Atatürk'ün seyahat çantası gibi ilginç parçalar mevcut.

   

Samsunlu kadınların Atatürk'e sunduğu tütünden yapılmış tablo

Atatürk'ün seyahat çantası



Onuncu Yıl Nutku'nun orijinal kopyası

Baruthane'ye bu defa Cumhuriyet Meydanı durağından tramvaya binip sahil boyundan ulaştık. Arabaya varınca da yine sahil yolunu takip ederek daha batıya, Sinop'a doğru yola koyulduk. Okları takip edince yol biraz içeriden devam ediyor, biz biraz deniz havası alabilelim diye sahil yolunu (gidebildiği yere kadar) takip ettik ve Atakum tarafını da görmüş olduk. O akşamı Samsun'da geçirebilseydik, sahil boyunda sıra sıra dizilmiş şahane kafelerde denize karşı keyif çatmak isterdik.

Yol üstünde Gerze'de kısa bir süre durup sahilinde yürüdükten sonra Sinop'a ulaşınca ilk durağımız, kapanışından önce görmemiz gereken tarihi Sinop Cezaevi oldu. Günün son saatleri olduğu için ziyaretçi sayısı oldukça azalmıştı, biz girdiğimizde içeride olanlar da yavaş yavaş çıkmaya başladı. Durum böyle olunca, zaten gerçekliğiyle ve eskiliğiyle can yakıcı bir yer olan hapishane, ıssızlaşınca daha da ürkütücü bir hal aldı. İçeride pek kimse kalmamış, etrafı sessizlik bürümüşken, hele bir de üstüne gün batmaya yaklaşmışken hapishane dayanılmaz bir yer haline geldi. Öyle ki, gezerken hücrelere, koğuşlara "sen önden gir" diyerek bakmaya başladık, bazılarını da es geçtik. Sinop Cezaevi, Ankara Ulucanlar'ın aksine çok daha eskiye tarihlendiği ve doğru dürüst kayıtlar 1960'tan sonra tutulmaya başlandığı için çok fazla "hikaye" barındırmıyor. Burada yatan kişilerin burada yattığı, ancak onların kişisel kayıtlarına, eserlerine geçtiyse bilinebilmiş. Örneğin, Nazım Hikmet'in de burada bir süre kaldığı düşünülüyor ancak bu bilgi net değil. Sabahattin Ali, cezaevinin en bilinen ve burada yattığı en kesin olan değeri. onun kaldığı koğuş, eşyalarıyla tutulmuş ve binanın duvarlarında şiirleri asılı. Daha önceki ziyaretimde olmayan bir ayrıntı da, tam kendi koğuşunun karşısındaki büyük koğuşta yapılan müzik yayını. Edip Akbayram'ın sesinden Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz, Aldırma Gönül ve Geçmiyor Günler'i dinledik burayı ziyaretimiz sırasında. Etrafta kimse olmayınca, bir de şiirleri daha dikkatli okuyunca etkisini birkaç kat arttırmış. Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz'ın şiiri, şarkı sözlerinden daha farklı - şarkıda kıtaların yerleri değiştirilerek kullanılmış. Bana bu hali daha etkileyici geldi:

Sene 1341 mevsime uydum
Sebep oldu şeytan bir cana kıydım
Katil defterine adımı koydum
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

Sen üzülme anam dertlerim çoktur
Çektiğim çilenin hesabı yoktur
Yiğitlik yolunda üstüme yoktur
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

Çok zamanlar çektim kahrı zindanı
Bize mesken oldu Sinop'un hanı
Firar etmeyilen buldum amanı
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

Sinop kalesinden uçtum denize
Tam üç gün üç gece göründü Rize
Karşıki dağlardan gel oldu bize
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

Bir yanımı sardı müfreze kolu
Bir yanımı sardı Varilcioğlu
Beş yüz atlıyılan kestiler yolu
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

Cezaevinden çıkınca, hemen yakınındaki Diyojen heykeline uğradık. Diyojen için birkaç not düşmekte fayda var: "bir köpek gibi", az eşya ile, bir fıçının içinde yaşayan; Kinik felsefe okulunun kurucusu Sinopeli Diyojen... Minimalist bir yaşamı var ya, sadece yemek yiyip su içmek için kullandığı bir tasla yaşarmış; bir gün bir çocuğun avcuyla su içtiğini görünce "bu çocuk bana fazla eşyam olduğunu öğretti" diyerek tası da elden çıkarmış. Gündüz vakti elinde bir fenerle gezip ne yaptığını soranlara "insan arıyorum" dediği rivayet edilirmiş. Büyük İskender'le de laf yarıştırma konusunda usta: İskender halini hatrını sorduğunda ettiği "Gölge etme başka ihsan istemem" sözü, herhalde günümüze en çok ulaşanı.

Sinop da Samsun gibi eski bir kent, Amazon'ların da yaşam alanı. Kentin adının (Sinope) Amazon'lardan mı, Rumlardan mı geldiği konusu şaibeli olmakla beraber kelime kökünün daha çok doğu dillerinde kullanılan bir kök olması Amazon'ların isim vermiş olma ihtimalini güçlendiriyormuş. Burası da Samsun gibi önce Pontus Rum İmparatorluğu, sonra Candaroğlu beyliği, sonra Osmanlı Devleti'nin himayesinde kalmış.

Gün batımı yaklaşırken biz Hamsilos koyuna doğru yola koyulduk. Önceki gelişimde tur bizi yukarıda bir noktada bırakmıştı, biz burayı önce bulamayıp Hamsilos Tabiat Parkı'na girdik. Sadece okul gezisine gelmiş bir minibüs genç kız vardı, bir de restoranda yemek yiyen birkaç kişi - gerisi güzellik, sessizlik, deniz, yeşil ve gün batımı...


Sinop merkezin görünümü

Milli Park'tan çıkıp aynı yoldan devam edince koya (bazılarına göre fiyorda) tepeden bakılabilecek noktaya ulaşabildik. Suyun karanın arasında sokulduğu yerde yüzmek de pek keyifli diyolar ancak, bize mevsim dolayısıyla kısmet olmadı.


Buradan sonra da yine biraz zamanla yarışarak Türkiye'nin en kuzeyi olan İnceburun'a devam ettik. İnceburun'a dar, biraz da bozuk yollarla ulaşılıyor; en uçta bir deniz feneri, etrafta birkaç ahır ve kulübe, birkaç köpek ve muhtemelen gündüz olsa görebileceğimiz birkaç inek var. Tabii güneş neredeyse çekildiği için bizden başka kimsecikler yoktu. Burada zamanında Key West'te, Amerika'nın en güney noktasında gördüğüm gibi "Türkiye'nin en kuzey ucu" olduğuna dair bir tabela, bir işaret görmeyi ummuştum ama yokmuş, büyük hayal kırıklığı!
İnceburun'da günbatımı

inceburun'la ilgili olarak Sinop'a dair kalbime bir çizik daha atan bir notu da aktarmak isterim: İnceburun, Türkiye'ye kurulması planlanan 2. nükleer santral için seçilmiş (ilk lokasyona Mersin - Akkuyu). Wikipedia'da konuyla ilgili olarak "yer seçimi" başlığında "aslında daha uygun yerler olduğu halde Sinop'un siyasi -baskı- gücünün zayıf ve kentin az gelişmiş olması sebebiyle burasının seçildiği"ne vurgu yapan bir açıklama yer alıyor.

Karanlık çökünce Sinop merkeze yollandık - karnımız da kurtlar gibi aç tabii! Hemen Teyze'nin Yeri'nde birer tabak karışık (yarısı cevizli, yarısı yoğurtlu) Sinop mantısı ve ortaya da yarım porsiyon çiğbörek söyleyip kendimize geldik. Günün uykusuzluğu, önceki günlerin iş yorgunluğu da birleşince pilimiz tükenmişti, sahil boyunda kısa bir gezintiden sonra Sinop Öğretmenevi'ne attık kendimizi.

Öğretmenevi binasının dışı biraz eski ve bakımsız duruyordu ancak içeri girince tablo değişti. Hem ortak alanlar, hem odalar oldukça rahat ve konforlu. Taş binanın yüksek tavanları, dar pencereleri çok etkileyici. Üstelik binanın tarihi çok eskilere, 1900 yılına dayanıyor. O zamanlar Mekteb-i İdadi, sonra lise olarak hizmet vermiş, 1983'te de öğretmenevine çevrilmiş. Atatürk'ün kara tahta başında halka yeni harfleri öğrettiği meşhur fotoğraf da 15 Eylül 1928'de bu binanın bahçesinde çekilmiş.

Sinop Öğretmenevi

Sinop'un şehir merkezi enteresan bir coğrafya, bir yarımada. İnceburun bu yarımadanın kuzeybatı kısmında bulunuyor, Sinop şehir merkezi ise kuzeydoğuya uzanan Boztepe Burnu'na kurulu. Ana karadan gelip incecik bir boğazdan geçerek Boztepe tarafına geçiliyor. Zaten sahil boyunda sıra sıra kafelerin bulunduğu Gazi Caddesi de bu tarafta. Tarihi Cezaevi (ve Sinop Kalesi) tam geçiş hattı olan dar yolda, liman da bu bağlantı yolunun Boztepe tarafında. Kahvaltının ardından ilk iş Boztepe'ye çıkıp Sinop'a denize uzandığı yerden baktık.


Boztepe'den Sinop ve ana kara
Sinop Cezaevi ve şehre inen ana yol


Boztepe yarımadasını sahilden dolaşan bir yol var, burası Sinop'un daha "sayfiye yeri" kısmı gibi. Oteller, pansiyonlar, uçsuz bucaksız deniz, bir de üstüne sonsuz bir sessizlik...

Sinop'a önceki gelişimde de, bu ziyaretin ilk gününde de hava kapalıydı. Zaten tarihiyle, cezaeviyle, küçük oluşuyla, biraz da unutulmuş ve yalnız olmasıyla bana baştan beri hüzünlü ve küskün gelir, bir de üstüne kapalı havalar eklenince içimi iyice acıtıyordu. İkinci günümüzde günlük güneşlik bir havada Sinop'un denizini bir kez de maviyken görebilmek bana çok iyi geldi. Merkeze geri döndüğümüzde bir de sahildeki (Teyze'nin Yeri'nin hemen yanındaki) Şen Pastanesi'nden mis gibi dondurmamızı alıp deniz kıyısında yiyince, üstüne bir de Sakarya Caddesi'ndeki Demirkollar Fırını'ndan bir kıymalı bir üzümlü nokul alınca tamam oldu. Kıymalı nokul o gün bitti ama üzümlü olanı bizi gezi boyunca ihya etti, hem de güzelliğinden bir şey kaybetmeden...

Sinop'tan öğle vakti ayrıldık. O günün planı, sahil bandını takip ederek İnebolu'ya ulaşmak, oradan da içeri, Kastamonu'ya geçmekti. Önce biraz içeri girerek Erfelek Şelaleleri'ne gittik. Yolun bir kısmı bozuk, bu yüzden varışımız tahminimizden daha uzun sürdü. Önce Erfelek Barajı'ndan geçip, biraz sonra milli parka girdik. Tek kaynaktan çıkan irili ufaklı 28 şelaleden oluşan takım şelalenin en üst noktasına, kaynağına yürüyerek çıkılabiliyormuş ama biz zaman kısıtından ötürü belli bir noktaya ulaşıp geri döndük.

Erfelek Baraj Gölü

Şelaleden çıkınca yine ara bir yolla sahil ilçesi Ayancık'a çıktık. Yollar tabii ki şahane, her yer yemyeşil, trafik de yok, sakin sakin yolculuk yapıyorsunuz. Ancak yol her zaman sahilden gitmiyor, mesela Ayancık'a çıktıktan sonra batıya devam ederken de yer yer içeri girdi, ancak bir yerden sonra kıyıdan devam etmeye başladık. Bu hatta tam Sinop'la Kastamonu'nun geçiş noktasında, Kastamonu'nun Çatalzeytin ilçesinde kısa bir mola verip denize karşı birer çay içtik.


Çatalzeytin

Buradan ayrıldıktan sonra Abana üstünden İnebolu'ya ulaştık. Sahildeki kasabalar çok küçük, vakit çok geniş değilse inip zaman geçirmeden devam etmek mümkün. İnebolu bu hattın en büyük ilçesi. Kurtuluş Savaşı'nda Ankara'ya ve Anadolu'ya geçmek isteyen insanlar ve mühimmat desteği deniz yoluyla İnebolu'ya gelip buradan içeri geçermiş. Zaten bu yürüyüş rotası "İnebolu'dan Ankara'ya İstiklal Yolu" olarak işaretlenmiş ve İnebolu - Kastamonu - Ilgaz - Çankırı - Ankara hattını izliyor. İnebolu'nun mimarisi de dikkate değer. Genelde üç katlı, tarihi evler görmek mümkün. Evlerin çatıları, denizden esen sert rüzgara dayanıklı olması için denizden çıkarılan düzgün şekilli taşlarla destekleniyor.


                                                                    İnebolu sokaklarında bir sürpriz: Oğuz Atay'ın doğduğu ev



İnebolu'dan Kastamonu'ya yol alırken dağlar aşılıyor, hem de o kitaplardaki Küre (İsfendiyar) Dağları! Dağları geçtikten sonra 774m rakımla ve 20 Mayıs'ta bile inceden titreten serinliğiyle Kastamonu! Burası Sinop'tan daha "büyük şehir" havasında, şehrin girişinde koca bir Ramsey fabrika satış mağazası (üretimlerini Batı Karadeniz'de yapıyorlarmış), daha ışıklı, daha "mağazalı dükkanlı" caddeler... Tabii bu durumda Sinop'un coğrafi koşullarının da etkisi büyük. Kastamonu dere yatağına kurulu bir kent, şehrin ortasından Kızılırmak'ın en büyük kolu olan Gökırmak'ı besleyen Karaçomak (Kastamonu) Çayı geçiyor. Gökırmak, Ilgaz Dağı'ndan doğup Kastamonu merkez - Taşköprü - Boyabat - Durağan'dan geçerek Kızılırmak'a bağlanıyor. Aslında bu tam da bizim ertesi gün Amasya'ya gitmek için kullandığımız güzergah!

Kastamonu'da Kurşunluhan Otel'de konakladık. Burası eski bir kervansaray. Kastamonu'da tarihi yapı bol, bir kısmı korumaya alınmış ve otel, restoran vb için kullanılıyor, hatta gezdiğimiz İsmail Bey Külliyesi'nin medresesinde bile el sanatları satışı yapılıyordu. Şehrin ana caddesi derenin etrafı ve burası oldukça geniş, ama ara sokakları tam tersine daracık. Oteli bulmak da, bu bilmediğimiz ve çoğu tek yön olan dar yollarda arabayla yol almak da oldukça meşakkatli oldu ama otelin atmosferi her şeyi unutturdu. Geniş bir iç avlu, 1.5m yüksekliğinde oda kapıları, geniş ve kubbeli tavanlar, koca bir banyo, duvarlarda şömine nişleri... 

   

Odaya eşyaları atar atmaz otelin yakınındaki Münire Sultan Medresesi'nde hizmet veren Münire Sultan Sofrası'na geçtik ve Kastamonu'nun yöresel yemeklerinden yedik. Garsona "ne var ne yok tatmak isteriz" deyince, hepsinden yarımşar porsiyon getirirse doyacağımızı söyledi. Normalde böyle mi olur, ya porsiyonlar ufacık gelir, ya da fiyatı şişirmek için tam porsiyon verilir değil mi? Yok efendim, burada hem yarım porsiyon bile kocaman, hem de fiyatlar gerçekten tam porsiyonun yarısı. Önden Ecevit çorbası aldık, Bülent Ecevit Kastamonulu ya, adını oradan almış olmalı. Aslında yayla çorbasına oldukça benziyor ama Samsun ve Sinop'ta hamur yiyerek geçen 1,5 günden sonra çok iyi geldi...




Kastamonu yemekleri denince en ön sırayı Banduma ve Tirit alır. Banduma, kemik ya da et suyuna batırılmış yufka ekmeklerin üstüne hindi ya da tavuk etiyle servis edildi. Tirit de Kastamonu'ya özgü susamsız simidi yine et suyuna batırıp, üstüne kıyma ve yoğurt konarak yapılıyor. Mekanın önerisiyle yarım porsiyon yaprak sarma da güzeldi, özelliği Tosya pirincinden yapılmasıymış. Etli ekmek bizim için yediklerimiz arasında en "olmasa da olur"du, kuşbaşılı/pastırmalı gözlemeye benzer, yine hamur ağırlıklı. Evet yahu, bu bölgenin yemekleri ne kadar da hamur ağırlıklı! :)

Yemeğin yanında eğşi içtik. Eğşi için elmanın önce suyunu çıkarılıyor, sonra kaynatılıp koyulaştırılıyor ve şeker katılmadan elde edilen bu koyu karışıma istendiğinde su katılarak içiliyormuş. Önce değişik geldi ama yemekle beraber afiyetle içtik, hatta ertesi gün aynı mekana uğrayıp serinlemek için birer bardak eğşi içerek şehirden ayrıldık.

   
                                     Eğşi                                                                    Etli ekmek ve tirit


Banduma ve yaprak sarması
 
Yemekten sonra Karaçomak Çayı'nı çevreleyen Cumhuriyet Caddesi üstünde biraz turladık. Cumhuriyet Meydanı'ndaki kurtuluş mücadelesini Şerife Bacı anıtı çok ihtişamlı, meydana bakan mimar Vedat Tek'in eseri olan Valilik Binası, Kastamonu Üniversitesi Rektörlüğü, Askerlik Şubesi binaları tarihi dokuyu birebir yansıtır halde. Şerife Bacı, 1921'in Aralık ayında Kastamonulu halkla beraber Ankara'ya cephane taşıyan bir kadın kahraman. Cephaneler ıslanmasın diye kazağını cephanelere örttüğü, çocuğunu korumak için de çocuğunun üstüne kapanmış; ancak 21 yaşında donarak hayatını kaybetmiş.

       
Şerife Bacı anıtı

  
Cumhuriyet Meydanı ve Valilik binası

Ertesi gün Amasya'ya yola çıkacağımızdan akşam bir de saat kulesine çıkıp oradaki çay bahçesinde oturduk. Çay bahçesinin hemen alt tarafında (zannediyorum daha çok üniversitelilerin takıldığı) bir canlı müzik - cafe/bar da bulunuyor, biz yorgun olduğumuzdan yukarıdan şehri izlemeyi ve müziği biraz uzaktan dinlemeyi tercih ettik. Saat kulesi 1885 yılında Kastamonu valisi Abdurrahman Paşa tarafından yaptırılmış. Tam kalenin karşısına, şehre hakim bir noktaya yerleştirilmiş. Saat buçuklarda bir, saat başlarında ise o saat kadar çan çalmasıyla biraz kiliseleri andırıyor. 

                  
    Saat kulesinden Kastamonu ve Kastamonu kalesi                                      Saat Kulesi

Zaman kısıtlı olunca, ertesi güne yine erken saatte başladık. Kastamonu sivil mimarisiyle, konakları ve evleriyle meşhur, konakların bazıları gezilebiliyor, çoğu da otel ya da restoran olarak hizmet veriyor. Liva Paşa Konağı gezilebilecek olanlardan, etnoğrafya müzesi olarak düzenlenmiş. İçi Kastamonu'nun çeşitli dönemlerden fotoğraflarıyla süslü, mankenler ve otantik yerel eşyalarla yörenin eski dönemlerdeki yaşantısı anlatılıyor.

  

Buradan çıkınca şehri turlayarak İsmail Bey Külliyesi'ne ulaştık. İsmail Bey, Candaroğulları Beyliği'nin son hükümdarı, Fatih Sultan Mehmet'in de dayısı olurmuş. Zaten Candaroğulları da onun döneminde Osmanlı'ya katılmış. Camisi temel atılmadan inşa edilmiş, halk arasında "temelsiz cami" olarak bilinirmiş. Külliye'nin medrese kısmı, şu anda turistik eşyaların satıldığı bir mağazaya çevrilmiş. Medresenin önündeki havuz da zamanında astronomi dersleri için yaptırılmış, şimdi çocuklara eğlence.

   


Kastamonu Kalesi, şehirdeki son duraklarımızdan biriydi. Şehrin yolları çok dar olduğundan  kaleye çıkmak için arabayla yolun belli bir yerine (Kastamonu'nun en eski camisi olan 1273 tarihli Atabey Cami'ye) kadar çıkıp kalanını tırmandık. Kale 12.yy'da 112m yükseklikteki bir tepeye inşa edilmiş ve tüm şehre, giriş-çıkış yollarına hakim.

Kastamonu, malum, Atatürk'ün şapka devriminin sinyallerini veren konuşmayı yaptığı, onu daha önce hiç görmemiş halkla ilk defa şapka ile buluştuğu şehir. Bu yüzden burada bir şapka müzesi kurulmuş. Müze şehrin güney çıkışındaki Mimar Vedat Tek Kültür ve Sanat Merkezi'nin içinde bulunuyor, şapka müzesinin yanısıra dantel ve Atatürk müzeleri de var. Şapka Müzesi'nden devrimle ilgili daha fazla içerik bulmayı ummuştuk ama, Atatürk'ün Kastamonu ve İnebolu'da yaptığı konuşma metinleri ve bağışlanan türlü çeşitli şapkalardan ibaret - Atatürk'ün burada o gün giydiği şapka bile yok.  Dantel müzesi ise şimdilik çok farklı bir şey sunmuyor ancak muhtemelen bizden sonraki nesillere oldukça "değişik" gelecektir.

Mimar Vedat Tek Kültür Merkezi'nde önceleri misafirhane olarak kullanılan bina

  
İnebolu'dan yardım getiren Şerife Bacı heykeli                                     Şapka Müzesi

Kastamonu'dan Amasya'ya geçmek için iki ana hat var: biri kuzeyden Taşköprü - Boyabat - Durağan - Vezirköprü - Havza - Suluova, diğeri de güneyden Tosya - Osmancık - Merzifon - Suluova üstünden. Biz kuzey hattı tercih ettik. Taşköprü'de durup Arslan Kardeşler Pide salonunda pide ve güveç sipariş ettik. Güveç o kadar lezzetliydi ki pideyi aldığımızdan pişman olduk, üstelik fiyatlar da oldukça uygundu.

Amasya'ya kadar yol yine yemyeşildi. Üstelik uzunca bir süre Kızılırmak boyunca seyahat ettik, çok heyecan vericiydi! Kızılırmak yer yer o kadar genişliyor ki, suyun iki yakası İstanbul Boğazı'ndan daha uzak oluyor birbirinden.


   
                       Boyabat Kalesi                                               Yol boyu uzanan çeltik tarlaları

   
                                                                         Kızılırmak

Amasya'ya gün battıktan sonra ulaştık. Burası Yeşilırmak etrafında, bir vadide kurulmuş dar-uzun bir kent. Rakım çok yüksek olmadığından hava Kastamonu'dan daha ılıktı. Kalacağımız Uluhan Otel'e eşyaları koyup buraya has bir şeyler yeme umuduyla Amaseia Mutfağı'na gittik ama ne yazık ki tüm ev yemekleri bitmişti. Düz ızgaraya talim Yeşilırmak boyunca uzanan eski Amasya evlerini seyre koyulduk. Tıpkı bizim Hindistan turcumuz Manu'nun Facebook'ta yazdığı gibi: "old Ottoman houses sitting on the riverside - Amasya".

   
         Amasya'da akşam ve geçen sene yapıldığında olay yaratan "selfie çeken şehzade" heykeli

Sabah kalkınca hazır hava serinken Kral Kaya mezarlarına çıktık. Mezarlar, Harşena Dağı'na tahminen Pontuslular tarafından kalker kayalara oyularak inşa edilmiş. Kalenin denizden yüksekliği 700m, Yeşilırmak'dan ise 300m. Bu durumda Yeşilırmak, denizden kaç m yüksektedir? Buna benzer bir soruyu biz kalesi gezerken bir rehber, gezdirmekte olduğu yerel turist kafilesine sordu. Cevap alamadı, ya da tamamen random sayılarla karşılaştı. Adamcağız sorduğuna soracağına pişman oldu, yüzü allak bullak oldu. Bu da o günün en kısa korku hikayesi olarak belleğimizde yer aldı.

Kalenin içinde saraylar, su sarnıçları, cephanelikler ve Pontuslulardan kalma kral kaya mezarları bulunuyor.
                
                     Tabelaya dikkat!                                                 Kaya mezarlarının arkasındaki holler 
Kaya mezarlarından şehir manzarası


Amasya'da görülecek çok sayıda cami var, vakit dar olunca biz içlerinden kendimizce önemlilerini seçip önceliklendirmek durumunda kaldık. Önce Sultan II. Bayezid Camii ve Külliyesi'ni ziyaret ettik. Burası cami, medrese ve imarethane ile oldukça geniş bir alan, 1486 yılında tamamlanmış. Bahçesinde o tarihte dikilmiş, yıldırım düştüğü için ortasında 5m2'lik bir yarık açılmış asırlar yaşında çınarları, şadırvanındaki incelikli boyamaları, dış duvarlarındaki vav işlemeleri ve medresesine kurulmuş detaylı tarih sergisiyle gerçekten görülmeye değer bir eser.

                     

                       




İlkokul kitaplarında hep öğrendiğimiz bir Gökmedrese vardı, hatırlarsınız. Sanıyorum o anlatılan Sivas'takiymiş ama, aynı adda ve onun çağdaşı (13.yy) bir tane de Amasya'da var. Minaresinin çinileri mavi olduğu için Gökmedrese adını almış. Selçukluların Amasya valisi Seyfettin Torumtay tarafından yaptırılmış. Selçuklu mimarisi Osmanlı'ya hiç benzemiyor, daha sade, daha yalın. Bu medrese de öyle, caminin içi oldukça sade.


Yeşilırmak vadisine kurulu bu şehirde nehir kenarına Amasya'da yetişen şehzadeler (ki içlerinde Yıldırım Beyazıt ve Yavuz Sultan Selim de var), Amasya'nın efsanesi olan Ferhat ile Şirin, Kurtuluş mücadelesi kahramanları vev Atatürk, Amasyalı tarihçi Strabon ve yeni nesil selfie çeken şehzade gibi pek çok heykel yerleştirilmiş. Tahmin edilebilir ki başı en kalabalık olanı Ferhat ile Şirin, en boş olan ise Strabon. Oysa Strabon dünyanın ilk coğrafyacısı, 17 ciltlik Geographika yapıtının 3 cildini de Anadolu'ya ayırmış.

Strabon
   
                   Atatürk ve arkadaşları                                                    Yavuz Sultan Selim

Zaman problemimiz olmasa, Darüşşifa'ya da girip gezme niyetindeydik ama yetiştiremedik, Edirne'de gördüğümüze benzerdir diye kendimizi avuttuk. Onun yerine Amasya Genelgesi'nin hazırlandığı Saraydüzü Kışla Binası'nı ziyaret ettik. Kışla aslında o zamanlar şimdi bulunduğu yerin karşı kıyısında, dağın eteğindeymiş ancak heyelanlarla 1944 yılında tamamen yıkılınca, heyelan tehlikesi de devam ettiği için bire bir kopyası mevcut yerine inşa edilmiş. Binanın içinde döneme ait belgeler, birkaç balmumu heykel bulunuyor, alt katı ise kültür merkezi olarak kullanılıyor.


Yeşilırmak üstünde, kışla binasının önünde de görülen değirmenler kurulu. Bunlar aslında su dolapları, nehirden su çekip bağ bahçe sulamak ve un değirmenlerinin çarkını döndürmek için kullanılırmış. Evliya Çelebi'nin yanısıra 1800'lü yıllarda kenti ziyaret eden yabancılar da notlarında bu su dolaplarının kentin simgesi olduğundan ve ne kadar uyumlu çalıştığından bahsetmiş.

Şehir iki dağın arasına kurulu olunca ulaşım da güç elbet, ziyaretimiz sırasında Ferhat Tüneli'nin inşaatı devam ediyordu.


Şehri terk etmeden o akşam yiyemediğimiz yerel yemeklerinden yemek üzere yeniden Amaseia Mutfağı'na yollandık. Tayga çorbası, eti bamya, bakla sarması ve keşkek aldık. Burada porsiyonlar Kastamonu gibi bol kepçe değil, onu baştan söylemek gerek. Mekan güzeldi, akşamdan da sevmiştik zaten ama baklalı sarmada baklaları biz mi anlayamadık, gerçekten yok muydu bilemiyorum :)

   

Uçağa yetişmek üzere Amasya'yı terk ederken hava bir anda kapandı, rüzgar çıktı. Biz son bir gayretle Persler, Romalılar, Pontus ve Bizanslılar'dan Selçuklu ve Osmanlı'ya geçen Amasya (Harşene) Kalesi'nin tepesine de çıktık, şehri bir de olabilecek en yüksek noktasından izledik. Bu hızlı turdan sonra tam arabaya binerken çok şiddetli yağmur ve fırtına/hortum başladı ve neredeyse Samsun girişine kadar bu şekilde yol almak zorunda kaldık. 4 gün boyunca tek damlasını görmediğimiz yağmuru toplu halde, en kuvvetlisinden sundu bize Karadeniz.





Yazının başlığını Orta Karadeniz Kaplanları koymamın sebebi, kısmen Sinop ve Samsun dışında çok fikrim olmayan bu bölge beni çok olumlu anlamda çok şaşırtmasıydı. Samsun oldukça gelişmiş, modern bir büyük şehir, ticaret merkezi. Sinop daha önce de bana hissettirdiği mağrur, hüzünlü haliyle pek güzel, iç burkucu. Kastamonu özellikle mimarisi ve yemekleriyle gönlümüze taht kurdu. Amasya ise güzelliğiyle bu gezinin en büyük sürprizi oldu. Önceden çok derin görsel araştırma yapmadan da gidince Anadolu'nun bağrında ne güzellikler barınabileceğini çok hayal edememişim. Buraları gezip görünce neredeyse her şehri tek tek gezip anlamak isteği doğdu bizde, ama öncelikli hedef Çorum - Hattuşaş, ne de olsa bu turda aklımızda olup da içimizde kalan yer orası oldu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

It's Cuba baby!